26 Nisan 2010

1 Aralık 2009



Onlara ''AIDS'li'' demeden önce biraz daha düşünün! Belki onlar da sizin gibi ''Ali'', ''Ayşe'', ''Murat''tır. Belki, onların da sizin gibi istekleri ve beklentileri vardır hayattan.. En önemlisi de varlardır, aranızdalardır, sizin gibilerdir!! Görmezden gelmeyin...

Bir kez daha düşünün!

Ön yargıları kırarsak 'biz' olmayı başarabiliriz...



Ne kavgası biter ne sırası sağlığın!

Ülkemizde sağlık hep sorunlu bir alan olagelmiştir. Neresinden tutarsanız tutun elinizde kalır bu konu. Ne gelen hükümetlerin yeni çözümleri para etmiştir ne de hastaların değişen profilleri. Her gelen başka bir çözüm atmıştır ortaya ama ne çare; hepsi biraz daha karmaşıklaştırmıştır çözümsüzlüğünü meselenin.

Yakın zamanda işim düştü bir hastaneye. SSK'lıyız üç kuşak, el mecbur bir devlet hastanesine gideceğiz. İnternetten randevu alınabildiğini öğrendiğimde “Aa, ne mutlu, sıra derdine son,” dedim kendi kendime. Çabuk bir yargıya varmışım işin aslını astarını bilmeden, böylece aldım başıma belayı.

Ertesi sabah saat 10.00'da randevum var, ama annem, “Sen yine de erken git,” diye ısrar ediyor. “Tamam,” diyorum çaresiz. Sabah saatin sekizinde hastane bahçesindeyim.

Bahçe pek kalabalık sayılmaz, beyaz ve mavi önlüklü hastane görevlileri dışında yaşlı satıcılar mevcut etrafta. Hepsi bir köşeye sığınmış, birer mülteci sanki. Bir şeyler satıyorlar, ama satmaz gibi duruyorlar uzaktan. Şöyle bir etrafı seyrediyorum, sonra “Hadi, artık içeri gir,” diyorum kendime.

Her kapının önünde bir yığın insan...

Beykoz Devlet Hastanesi'nin, acil servisin dışında iki giriş kapısı var. Ana kapı bahçe tarafında, diğer kapı ise arkada kalıyor. Geniş bir çerçeve oluşturmuş kolonların ardından büyükçe bir kapı görünüyor. Önü silme insan! Hepsinin elinde birer evrak ya da röntgen filmi. Birbiriyle konuşan mı ararsın, dalgın dalgın yürüyen mi... Velhasıl sonunda giriyorum kapıdan içeriye. Aman ya Rabbim!.. O nasıl kalabalık. İlk anda gördüklerim beni korkutuyor. Her kapının önünde bir yığın insan.

Koridorları geçtikçe şaşkınlığım daha da artıyor. Ayakta zor duran yaşlılar biçare... Sakat insanlar bir köşede oturmuş. Hele bir de sedyeli hastalar var ki, durumları içler acısı. Bir an için unutuyorum neden orada olduğumu, afallıyorum. Sonra hızla toparlanıp muayene olmayı umduğum doktorun odasını aramaya koyuluyorum.

Görevliye benzer giyimli, masasının arkasına saklanmış gibi duran, çelimsiz bir kızcağızı fark ediyorum. Yüzünde bir de maske var; malum ülkemizde domuz gribi için alarm verildi. Anlaşılan insanlar iyiden iyiye dikkati ele almış vaziyette. Otobüste, metroda, toplu bulunulan her yerde durum buna benzer ancak şaşırdığım, eskiden öksürdüğünde insanlar “vah yazık,” der gibi bakarken, şimdi öksürmeye de korkar olduk. Nitekim etraftakilerin vebalı muamelesine ek olarak dövecek gibi bakışlarıyla dışlanmayı kimse istemez.

Maskeli kıza, “Görevli misiniz?” diye soruyorum.

- Evet.

- Dün internetten dahiliye için randevu almıştım.

Kısa bir sessizlik oluyor, kız gayet ilgisiz. Sanki görevli o değil de benmişim gibi detaylı bilgi vermeliyim ona.

“Kaçıncı dahiliye hanımefendi?” Ses tonu ciddi, bakışları da bana kızacağının sinyallerini veriyor. Çantamdan buruşturduğum kağıdı çıkarıyorum, orada yazanları söylüyorum bir çırpıda.

“Şu yandaki oda, sıraya girin. Numaranız yandığında içeri girersiniz ama ekrandan takip edin.”

Kafamı bir çeviriyorum ki, ne göreyim; sıra filan hak getire. Bir izdiham, bir itişmece... İnsanlar her an kavgaya tutuşmaya hazır. Uzakta kalayım, nasıl olsa sıra gelince gireceğim diye düşünüyorum. Hastane koridorundaki kanepeler ise izdihama inat bomboş. Herkes kapının önüne yığılmış. Ben oturup sıramı beklemeye başlıyorum, bir gözüm ekranda.

Yanıma orta yaşlarda, biraz topluca bir kadın geliyor. Aksayarak yürüyor, anlaşılan yorulmuş. “Bir soluk alayım,” diyor seslice ve yanımdaki boş yere çöküveriyor.

- Gel teyze, geçmiş olsun!

- Sağ ol kızım, senin neyin var?

- Midemde bir sorun var teyze, birkaç tahlil yaptıracağım.

- Ah yavrum! Bu yaşta ne oldu midene?

- Reflü varmış.

Reflünün ne olduğunu sorduğunda kısaca özetliyorum, “Yemek borusundaki kapakçık bozuk oluyor ve mide asidi yukarı çıkıyor”. Bu hastalıktan kurtuluş olup olmadığını sorunca şaşırıp kalıyorum. Çağımızın sıradan bir hastalığı olan reflü hakkında önceden hiç bu kadar ciddi düşünmediğimi fark ediyorum.

Tam bu sırada kalabalıktan bir gürültü kopuyor. Ne olduğunu anlamak için bir bakıyorum ki, ne göreyim; kavga çıkmış sırada. Yaşlı bir kadın genç bir adama bağırıyor: “Terbiyesiz seni, utanmıyor musun annen yaşındaki kadının yerini kapmaya?” Gencin de ondan aşağı kalır yanı yok, cevap veriyor saygısızca, “Ne diyorsun be, ben önce geldim. Yaşlısın diye sıramı sana verecek değilim bir kere!”

Hengame sürerken ben tekrar ekrana bakıyorum, içimden ya erken gelmeseydim diyerek. Sıra bahane aslında insanlar önce geldim kavgası yapıyor işte. Kim takar sırayı, ekranı? Ben yine de ekranda adımın yazdığını fark edince seviniyorum. Şansımı denemeye kararlıyım.

"Hoop! Nereye öyle uyanık?"

Kavga mahaline dalıyorum, hatta daha da ileri giderek, kapının önüne bir hamle yapıyorum. Tam girmeye teşebbüs edeceğim, arkamdan bir ses yükseliyor: “Hoop! Nereye öyle uyanık?”

“Sıra benim, ekranda adım yazdı.” Herkes şaşkın. Ekranda isim yazdığı gerçeği bir an sessizlik olmasını sağlıyor, ben de bu durumdan istifade edip içeri giriyorum.

İçeri girer girmez “Merhaba!” diyorum doktora, başını sallıyor cevaben. Önündeki ekrana bakıp bir şeyler yazıyor sessizce. Derken telefonu çalıyor, “Kapat, ben ararım,” diyor ve odadaki sabit telefondan karşıdakini arıyor. Sonrası uzun bir bekleyiş faslı benim için. Neredeyse on dakika muhabbet ediyor; “Ben ayarlayacağım senin işi, hiç takma kafana,” diyor ve kapatıyor sonunda.

Ben aval aval etrafa bakarken doktor, “Neyin var bakalım küçükhanım?” diyor pat diye. Bir anda irkiliyorum ve derdimi anlatmaya başlıyorum. Sözümü bitirmeme fırsat vermeden önünde duran kağıda bir, iki işaret koyup elime tutuşturuyor. “Git, şu tahlilleri yaptır, öyle gel,” diye ekleyerek.

Tahliller için yukarı çıkıyorum, sıra almam gerekiyor her zamanki gibi. Nasıl oluyorsa sıra kuyruğu tahlil kuyruğundan uzun. Tabii, çok geçmeden anlıyorum nedenini; milletimiz uyanık, gelen sıranın bir tarafından yamalanıyor.

'Kavgaya hazır olan insanlardan biri benim artık'


En sonunda kızgınım artık. Her an kavgaya hazır o insanlardan biri de benim şimdi. Anlıyorum galiba yavaş yavaş. Buraya gelip de sinirlenmeden çıkana aşk olsun!

Sıra bana geliyor. Tam elimdeki kağıdı uzatacağım, iki saattir arkamda pusuya yatmış bekleyen iri kıyım bir kadın araya giriveriyor.

- Ayşee! Sen burada mıydın?

- Aa, Suna, nereden çıktın?

“İşim düştü hastaneye, şu tahlilleri yaptıracağım,” diye elindeki kağıdı uzatmaz mı?

Bu kadar da olmaz. İyiden iyiye kızgınım artık ve susmuyorum bu defa. “Sıranızı bekleyin lütfen,” diyerek uzatıyorum kağıdımı. Bir yandan da söyleniyorum, “Aaa, kimsede saygı kalmamış!”

Kadın bir şey söylemiyor, benim yaşımda bir kız tarafından azarlanmak gururuna dokunmuş, belli. Kağıdımı onaylatıp tahlil sırasını aramaya koyuluyorum. Ben ararken biraz vakit geçmiş olacak ki, bir de bakıyorum az önceki kadın tahlil sırasında önümde. Bir de üstüne “Acele ettin de ne oldu, al gir bakalım şimdi,” demez mi?

Deliye dönüyorum artık. Sırayı kontrol eden adam sinirden çatlamak üzere olduğumu sezmiş olacak ki, “Buyur, geç kardeşim,” diyor usulca. Sonunda içeri giriyorum.

Sonunda tahliller bitiyor ve ben baygınlık geçirmediğim için kendimi şanslı sayıyorum, ama çanlar da benim için çalıyor. Biliyorum, çünkü aşağıda doktorun kapısında bıraktığım kalabalık tüm şiddetiyle beni bekliyor.

Burçin Ercan

TÖRENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI...(MEDİNE’NİN HİKÂYESİ)

Ocak Köyü’nde bu yıl kış fena bastırdı. Tüm köylüleri evlerine hapseden kara inat, köyün çocukları sokakta soğuğa aldırmadan koşuşturuyordu. Üstleri başları yırtık halde, ayaklarında lastik ayakkabılar...
Bu köyün ikliminin sertliği, insanların yüzlerine, gözlerine yansımıştır adeta. En yaşlısından en gencine tüm Ocaklılar’da bu sertliği çabucak fark edersiniz. Yıllardır süre gelen kan davaları, namus cinayetleri de hep bu sertliğin getirdiği anlayış yoksunluğundan olsa gerek... Lakin kadınlar başka! Onların hepsi masum, hepsi biçaredir, erkekleri karşısında. Baksanız gözlerinin içine, bakabilseniz; korkuyla ve hüzünle karışık bir çekingenlik vardır. Hikâyeleri aynı durur ilk bakışta ama hepsinin ki farklıdır duymaya başladığınızda.
Medine, küçük avlulu, tek sofalı kerpiç evin penceresinden bakıyor, köyün çocuklarını izler gibi, onların oyunlarını anlamaya çalışır gibi. Yerlerinde olmak istiyor aslında içinden. Bu kadar sorumluluk o gencecik yaşına fazla ağır geliyor olmalı. Henüz hiç görmediği ama hep hayallerinde canlandırdığı bol ışıklı şehirlerin hasreti var gözlerinde.
Henüz 16 yaşında Medine... Hayalleri, umutları var gelecekten. Onu hapsettikleri bu köyden çıkacak daha, üniversiteye gidecek, iş sahibi bile olacak!
Onu bekleyen güzelliklerin hayalini kurarken Medine, aniden kapı açılıyor. İçeri giren ağabeyi Rıza, üstü başı bembeyaz sanki karda yatmış...
Uzun boyu ve gücüyle tanınır köyde Rıza; kemikli, sert bir yüzü, kalın kaşları ve kirli sakalıyla görenlerin korktuğu bir kişidir. Köylülerin aksine Medine korkmaz ağabeyinden çünkü o sertliğin arkasına saklanmış sevgiyi görür.
Bu akşam ise diğerlerinden farklıdır bu aile için. Rıza eve sinirle gelmiştir ama Medine’yi nelerin beklediğinin o bile farkında değildir.
- Dün öğlen vakti çeşmeye gitmiş misin?
- Evet abey gitmişim.
- Sonra nereye gittin peki kaltak!
Sinirden deliye dönmüş gibiydi adeta Rıza, Medine’nin kolundan tuttuğu gibi bir hamleyle havaya kaldırdı. Medine şaşkın, anlamaya, hatırlamaya uğraşıyordu.
- Ne yapmışam abey?
- Konuşma artık ulan göstereceğim sana ne yaptığını!
- Abey dur, etme!
Medine’nin tüm karşı koyuşlarına rağmen, Rıza çoktan genç kızı yerde sürüklemeye başlamıştı. Çığlıkları faydasızdı artık, hüküm çoktan verilmişti. Durumdan habersiz zavallı Medine, yalvarıyordu ağabeyine. Rıza ise, Medine’yi evin dışına çıkarmayı başarmıştı.
Küçük evlerinin arka bahçesi, bir hırdavatçı dükkânını andırıyordu ilk bakışta. Evde fazlalık ne varsa hepsi buraya çıkarılmış ve gelişigüzel bırakılmıştı. Bir yanda bu hurda yığınları, diğer yanda ise kümesler vardı. Kümeslerin arkası pek görünmüyordu ama orda kalan alan Medine’nin sığınağıydı aslında! Canı her sıkıldığında ve ne zaman yalnız kalmak istese gelirdi buraya, otururdu bir süre, uzaklaşırdı sanki yaşadıklarından. Onun için önemliydi işte bu gözden uzak yer.
Rıza etrafa baktı göz ucuyla ve kimsenin onları görmediğinden emin olunca çıkardı tabancasını. Medine’nin yalvaran gözlerine bakmak istedi son kez ama yapamazdı. ‘’ Ya vazgeçersem’’ diye korktu ve hurdalara doğru bakarken dayadı alnına silahı kız kardeşinin. Sonra çekti tetiği. 15 senelik kardeşi... Ellerinde, gözlerinde büyüttüğü kardeşinin, cellâdı olmuştu bir gecede.
Medine’nin cansız bedeni yere yığılıvermişti! Gözleri açık... Kısacık ömründe bir kez olsun haykıramayan sessizliğinde boğulup gitmişti sonunda.
Rıza şaşkın ve donuktu. Nasıl yapabildiğine kendisi de inanamıyor gibiydi. Derken babası girdi bahçeye. Bir gözünün ucuyla Medine’ye bakan gözleri, oğluyla gurur duyan bir babaya aitti.
- Hakkım helâl ola sana oğul!
Rıza hala buz gibiydi. Hiç konuşmadı. Babası, ‘’hemen gömelim’’dedi. Kümesin arkasındaki izbe müsait görünüyordu.
Medine, yalnız kalmak için geldiği sığınağının, ebedi mabedi olacağını bilse gider miydi oraya acaba? Belki de hissetmişti bir gün olacakları. Oysa tek suçu âşık olmaktı. Sevmek ve sevilmekti, bu kadar ağır ödediği bedelin adı! Sadece bir kez elini tuttuğu için sevdiğinin, geldi başına bunlar. Bilseydi yapar mıydı? Nerden bilebilirdi ki!
Ocaklar köyünde gün ağarmak üzere... Yaşayanlar evlerinde... Kar hala yerde... Horozlar kümeslerinde olanlardan habersiz yeni günü haber veriyorlar. Medine de arkalarında artık... Gidişi de gelişi kadar sessiz!
Burçin Ercan

ÖZGÜRLÜĞÜMÜZ ESARETİMİZDİR

Özgürlüğümüz bazen bir sis bulutunun arkasına saklanan, bazen de okyanuslara sığamayan derin sularımızdır. Ne sürüden ayrılmak isteriz tam olarak ne de birlikteliğe uyum sağlamak için didiniriz. Sadece özgür olmak isteriz. Ancak tanımını yapmak istemeyiz özgürlüklerimizin.
Bazen bir an gelir biraz ayrılırız, kendimizi ait hissettiğimiz o sürüden. Gizli kelepçelerimizi söker atarız o ‘’an’’ için. Peki ya sonra...
Sonra geride bıraktıklarımız gelir aklımıza, durur ve düşünürüz onları bir süreliğine. Nerdeler, nasıllar merak ederiz. Kaybolan kimdir sorarız. Giden mi kayıptır zaman hengamesinde yoksa kalan mı gitmiştir, sorar dururuz. Belki de tek bir gerçek vardır çözemediğimiz; kaybolmak yoktur, özgürlük vardır!
İşte o anda buluruz eksik parçamızı! Aslında giden de kalan da özgürmüş anlarız. Sadece kabul etmekle başlar bunu algılamamız. Bazıları daha özgürdür bunu görürüz ama bu diğerlerinin korkak olduğunu göstermez ki!
Sığınmak... Herzaman korkakların işi değildir. Sadece çaresizler mi sığınır güvenilir kucaklara sanırız? Hayır! Kendini iyi tanımış cesurlarda yapar bunu. Kendini keşfetmiş ve gitmekten yorulmuş olanlar... Bu kez belki sığınılan yerdir gidilmek istenen. Belki de keşfedilen ait olmanın ve beraber olmanın mutluluğudur. Ait olmak, sandığımız gibi herkes için zor değildir. Bunu yapamayan, becerip de kalamayan korkaktır belki de, biliyor muyuz doğru cevabı? Ya da doğru cevabı var mı ki bu sorunun? Yok ve olmamalı...
Herşeyi geride bırakmak ne kadar zorsa, bir o kadar da zordur; beraber yaşamayı deneyebilmek. Çünkü her insan özgürlüğünü sever gizliden ve gizlediği bahçesine sokmak istemez kolay kolay diğerlerini. Birgün çıkar gelir biri, sorgusuz sualsiz girer bahçesine, işte o an anlar gidilecek yollar bitmiştir artık!
Şimdi kalma vakti... Kalıp kendinle yüzleşmek gerek! Kendini anlayıp, ‘’dahil’’ olabilmek, o her ne ise adı etrafındaki sürünün. Uyum sağlamak gerek ama en önemlisi anlamaya çalışmak...
Ya öne geçmeyi istersiniz, yön vermek için, ya da sadece içinde olmak o sürünün. Bana kalırsa, içindeyken bile dışarıdan bakabilmeyi bilmek gerekir. Aslında onlar gibi olmadığımızı görmek ama onlar gibi bulunmak... Onların istediğini yaparken, onların istemedikleri gibi olduğunu anlamak lazımdır. Her ne ise aradığın, artık yüzleşmek şarttır!
Bütün o kalabalığın içinde yalnızsındır özetle, hepsinden bağımsızsındır kendince. Yalnız kaldığında, düşündüğünde, sadece sen varsındır ve bilirsin ki, o dünya senindir. Bu kabul edişle başlamak, en doğru noktadır belki de...

E.Burçin Ercan